Bilindiği gibi, her medeniyetin biri manevi, diğeri de maddi olmak üzere iki temeli vardır. Çağdaş Batı medeniyetinin manevi temelleri, Helenistik kültür, Roma sadizmi ve Hıristiyan ruhbanlığıdır.Birbirine çok zıt olan bu üç kültürün bir türlü senteze varamayıp sürekli mücadele halinde bulunması, Batı insanının manevi dünyasındaki açmazları oluşturmaktadır. Dolayısıyla çağdaş Batı uygarlığının içine düştüğü bunalım ve açmazlar da bu manevi alandaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Batı Medeniyetinin maddi temellerine gelince, Rönesans'tan itibaren hızlı adımlarla ilerleyip gelişen modern bilim ve bu bilimin pratiğe uygulanmasından ibaret olan teknolojidir. Bilim ve teknolojinin kurulup gelişmesinde Batı toplumlarının sahip olduğu millî karakterlerin de önemli rolü olmuştur. Batı Medeniyetinin manevi temelleri, M.Ö. II. Asır ile M.III. asır arasında kurulup geliştiği halde, maddi temelleri ancak XVIII. Asırda gelişmeye başlamıştır. Onbeş asır boyunca aynı faktörler neden böyle bir bilim ve teknolojinin gelişmesini hazırlayamamıştır?
Rönesans denilen yeniden doğuş hareketi, acaba durup dururken kendiliğinden oluşmuş bir hareket midir? Ya da çoğu kez batılı araştırıcıların iddia ettikleri gibi, Türkler'in İstanbul'u fethi ile birlikte İstanbul'dan kaçan Georgios Gemistos Plethon ve Basilius Bessarion gibi Bizanslı bilginlerin Florence'ya gelip Platoncu akademiyi kurmaları ile mi başlamıştır? Ama ünlü Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) uzun tarihi boyunca insanlık düşünce dünyasına katkıda bulunmuş olan kaç bilgin ve düşünür yetiştirmiştir? Bildiğimiz kadarıyla bir filozof olmaktan çok eski bilgilerin tekrarcısı durumunda olan Photius (öl. 897), Kayseri piskoposu Patras (907), Psellus (öl.1055) gibi birkaç sıradan isimden başka hiçbir düşünür yetiştirmemiştir. O halde Renaissance'ın kuruluşunda Bizans düşüncesinin ne denli etkili olabileceği tartışma götürür.
Batı Dünyasında düşünce hareketinin doğup gelişmesinde, gerek Latin Ortaçağının uyanışında, gerek Batı'nın yeniden doğuşunda (Renaissance) gerekse Hıristiyanlığın yeniden biçim kazanışında (Reforme) en önemli faktör, -uzun süre göz ardı edilmesine karşılık - İslam Düşüncesinin, kültür ve medeniyetinin Latin mütercimler kanalıyla Batıya aktarılması olmuştur.
İslam düşüncesinin Batıya geçişi ne zaman, nasıl ve hangi yollarla olmuştur?
İslam düşüncesinin Batıya geçişinde Endülüs ve Sicilya'da teşekkül eden bilim çevreleri etkili olmuşsa da bu bilim v e düşünceyi öğrenip benimsemeye sevk eden asıl faktör, Haçlı savaşlarıdır. Bu vesileyle İslam memleketlerine gelen, İngiliz, Fransız, Alman ve diğer Avrupa milletlerinden oluşan batılıların bu ülkelerde parlak bilim ve medeniyeti görmeleridir. Haçlı savaşlarıyla gözü açılan şövalye ruhlu kişiler, Doğu'da geziler yaparak, memleketlerine döndüklerinde bu parlak medeniyeti, binbir gece masallarında okunan efsanevi bir dille anlatıp tasvir etmeye çalışmışlardır. Bunun sonucunda Batı dünyasında İslam medeniyetine, İlim ve kültürüne karşı tutku derecesine varan hayranlık baş göstermiş, Endülüs ve Sicilya gibi Batı İslam memleketlerine gelen din adamları, İslam ilim ve kültürünü kendi ülkelerine taşımışlardır.
Nitekim, Ortaçağın başında İslam düşüncesinin tercüme edilmeye başlandığı döneme kadar, Boetius, Cassidore, Isidor de Seville ve Bede le Venerable, Albuin, Jean Scot Erigene, Gerbert ve St. Anselmus gibi, içlerinden ancak birkaçının orijinal olduğu düşünürler yetişmiş iken, İslam düşüncesinin Latince'ye çevrilmesiyle birlikte, Abelardus'tan (öl. 1142) Guillaume d'Occam'a kadar her biri gerçekten orijinal bir dizi düşünürler yetişmiş ve bunu müteakip de Rönesans hareketi başlamıştır. Sorbonne ve Oxford Üniversitelerinin İbn Sina'cı (Avicennist) ve İbn Rüşd'çü (Averroist) akımların merkezlerini teşkil ettiği düşünülecek ve XV. yüzyılda Polonya'daki en büyük bilim merkezlerinden birisi olan Cracovie Üniversitesi'nde en etkili akımın Averroiste (İbn Rüşd'çü) akım olduğu hatırlanacak olursa, bu etkinin büyüklüğü ve yaygınlığı da kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu yazımızda, Haçlı savaşlarında, Endülüs'te ve Sicilya'da, Hıristiyan Batı dünyasının İslam dünyası ile nasıl karşılaştığını ve İslam düşüncesi, İslam kültür ve medeniyeti karşısında nasıl bir tavır takındığını tarihi seyri içinde sergilemeye çalışacağız. 635 yılında -Allah'ın Kılıcı- Halid ibn Velid komutasındaki İslam ordularının Şam'ı fethetmesi, iki yıl sonra da Emir'ül-Müminin Hz. Ömer'in Kudüs'ün anahtarlarını teslim alması ile birlikte Hıristiyan alemi İslam tehdidi ile karşı karşıya olduğunu fark etti. Bilahare Kuzey Afrika üzerinden geçen Müslüman ordularının 711 yılında İberik yarımadasını feth etmeleriyle birlikte Müslüman- Hıristiyan münasebetleri gelişti, ancak bu hiçbir zaman toplu düşmanlık haline dönüşmedi. Kısa bir süre sonra İslam orduları Pyreneleri aştığında da Ortaçağ karanlığına gömülmüş bulunan Hıristiyan Batı alemi, kendini toparlayıp Müslümanlara karşı toplu bir harekata baş vuramadı. Fakat kısa bir süre devam eden atılımdan sonra İslam Dünyası da kendi iç problemleri ile cebelleşmeye başladığı için hızlı yayılma hareketi durdu ve iki taraf doğuda; Doğu Anadolu yaylaları, Güneyde Toros dağları ve Batı Avrupa'da da Pyrene sıra dağları uzun yıllar Hıristiyan-İslam sınır boyunu teşkil ettiler. Büyük Selçuklu devletinin kuruluşuna kadar bu çizgi az-çok aynı şekilde sürüp gitti.
Ama Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in Dandanakan'da kazandığı savaş ile birlikte (1040) büyük akınlar halinde Müslüman Türk kavimleri Küçük Asya'ya doğru yürümeye başladılar. Kısa zamanda Bağdat İslam hilafetini de yanlarına alan Selçuk oğulları 26 Ağustos 1071 Cuma günü kendisinden kat kat büyük Bizans ordusunu Malazgirt Ovasında mağlup ettiler. Malazgirt meydan muharebesi ile Küçük Asya'nın kapıları Müslüman Türklere açıldı ve bir Bizans kroniğine göre, kara ve deniz sanki bütün dünya kafir barbarlar (Türkler) tarafından işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Malazgirt zaferinden yaklaşık 5 yıl sonra Türk orduları Bizans başkentinin varoşlarında görünmeye başladılar. Kutalmış oğlu Süleyman Şah, İznik'i fethedip kendisine payitaht yaptı. ve müteakip 5 yıl içerisinde de Nasır'üd Devle Ebu'l-Fevaris Gazi Sultan Süleyman Şah Boğazın Anadolu kıyılarına gelip bir gümrük idaresi kurdu. 1086 yılında Haleb ve Antakya'yı teslim almaya gelen Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Akdeniz'i gururla temaşa etti, iki rekat namaz kıldı ve devletin hudutlarını babasından daha ileriye götürdüğü için Allah'a şükretti. Atıyla denizin dalgalarına yürüyerek kılıcını suya çarptı ve şükürlerini tekrarladı. Denizden götürdüğü kumları babasının türbesine serperken de - Ey babam, sana müjdeler olsun, küçük yaşta bıraktığın oğlun devletinin hudutlarını karaların nihayetine kadar götürdü- diyerek babasının ruhunu şad eder.
Artık bıçak kemiğe gelip dayandığı için Bizans tehlikenim vahametini sezer. İmparator Mihael 1074 Şubatında Papa VII.Gregoire'a başvurarak Türklere karşı yardım ister. Buna mukabil de Ortodoks kilisesi, tarihi düşmanlığı bırakarak Katolik kilisesine iltihak edeceğini vaad eder. Gerek Doğu Roma, gerekse artık Batı Hıristiyanlığının merkezi durumuna gelmiş olan Batı Roma, kısa zamanda kendisini toparlayıp ta tavır koyamaz.Fakat önce Batıda mevcut olan İslam topraklarını yeniden ele geçirmek için Katolik kilisesi Hıristiyan alemini toplu harekata hazırlar. 1072 yılında Normanlar Sicilya'yı zaptederek oradaki İslam hakimiyetine son verirler. 1085 yılında kral Alphonse VI. Ünlü bir İslam kültür merkezi olan Toledo'yu zaptederek imparatorluğuna merkez yapar. 1091 yılında İspanya'da Müslümanlara karşı Hıristiyan mücadelesi başlar. Katolik kilisesi tarafından organize edilen -Reconquista-yeniden zabt hareketi; Rodrigo Diaz de Bivar'ın Toledo kralı VI. Alphonso'nun yeğeni Jimena ile evlenerek Müslümanlara karşı Hıristiyan bir mücadele başlatmasıyla alevlenir. Bu kişi Müslümanlar arasında efendi anlamına gelen -Seyyid-, İspanyolca telaffuzu Cid, İspanyollar arasında da ünlü silahşor anlamına gelen -Compeador-unvanını kazanarak efsanevi bir kişiliğe bürünür. Ve nihayet Fransa'nın Clermont şehrinde Papa III. Urbain'in çağrısı üzerine 1096 yılında Pierre L'Ermite komutasında ilk haçlı savaşları başlar. Yaklaşık yüzyıl süren dört büyük haçlı savaşında(1.1096-1099,2.1100,3.1147-1149,4.1189-1192) sayıları yüz binleri aşan haçlı orduları İslam dünyasına hücum eder ve bu akınlar yedi kez tekrarlanır. Ortaçağ Avrupa'sının bulunduğu ilmi ve fikri düzeyi Üsame ibn Munkiz'in anılarında çok açık olarak görüyoruz: Üsame ibn munkiz(XII.asır) El-İ'tibar isimli eserinde diyor ki: -Onların (Haçlıların) tıp ilimlerinin tuhaflıklarından biri de şudur: el-Munaytıra'nın sahibi olan kont, amcama mektup yazarak beraberinde bulunan bazı hastaları tedavi etmek üzere doktor göndermesini istedi. O da kendisine Sabit adı verilen bir Hıristiyan doktoru yolladı. On gün geçmeden adam döndü. Ona: Hastaları ne çabuk tedavi ettin? dedik. Adam dedi ki: Yanıma ayağında çıban çıkmış bir süvari ile memesinden süt gelmeyen bir kadın getirdiler. Süvari için üzerinde çıban merhemi olan bir bez hazırladım, iyileşti. Kadına da perhiz yaptırdım mizacını nemlendirdim.
Bu sırada onların yanına bir Frenk hekim gelip dedi ki: Bu adam, onları tedavi edecek bir şeye sahip değil. Sonra süvariye dönüp dedi ki: Tek ayakla yaşamayı mı, yoksa iki ayakla ölmeyi mi, hangisini istersin? Adam : Tek ayakla yaşamayı,dedi. Öyleyse; bana güçlü bir atlı ve keskin bir balta getirin, dedi.Bir şövalye ve bir balta getirdiler. Ben de orada hazır bulunuyordum. Hastanın ayağını bir ağaç kütüğünün üzerine koydu ve şövalyeye: kesebileceğin bir darbe ile baltayı ayağına indir, dedi. Bir darbe indirdi-ben de ona bakıyordum-ama kesemedi. Sonra ikinci bir darbe indirdi ve bacak ilgi aktı, adam da o saat öldü. Sonra (o Frenk hekim) kadına baktı ve: Bu kadının başına şeytan üşüşmüş, saçını tıraş edin, dedi.Kadının saçını tıraş ettiler. Kadın(perhizi bozarak) onların yediği şeylerden, sarımsak ve hardaldan yemeye başladı.Bunun üzerine sütü daha çok kesildi. (Frenk hekim) öyleyse şeytan onun başının içine girmiş, dedi ve bir bıçak alıp kadının başını ikiye böldü, ortasını sıyırdı, başın kemiği belirince onu tuz ile ovdu. Kadın da o saatte öldü. Bunun üzerine onlara: Bana hala ihtiyacınız var mı? dedim. Onlar : Hayır, dediler. Böylece geldim ve onların hekimliği ile ilgili bilmediğim şeyleri öğrenmiş oldum.
İslam dünyasının o günkü durumuna göz attığımızda görüyoruz ki, yaklaşık 800 yılında Bağdat'ta Halife Harun er-Reşid'in emriyle, 914 yılında birinin, 918 yılında ikisinin ve 925 yılında üçüncüsünün kurulduğu beş-altı hastane bulunmaktaydı. Bundan başka X. Asrın başlarında, doktorların hapishaneleri dolaşarak muayene ettiklerini, aşağı Irak köylerini ziyaret etmek suretiyle, seyyar muayenehane düzenlediklerini görmekteyiz. O zaman Bağdat'ta ne başlarsa öteki vilayetlerde de kopya ediliyordu. Böylelikle IX. Asırdan itibaren büyük şehir merkezlerinde hastaneler kuruldu. En büyüklerinden biri, 1284 de Kahire'de eski bir sarayda açılan 8000 yataklı olduğu rivayet edilen Mansuri hastanesidir.hastane çok zengin bir şekilde tefriş ve teçhiz edilmiştir. Hem kadın ve erkek hastalar ayrılmış, hem de dizanteri, göz ve ateşli hastalıklar için ayrı koğuşlar yapılmıştır. Hastane personeli arasında bazıları mütehassıs olan birçok cerrah ve hekimin yanısıra, kadın ve erkek hasta bakıcılar, çok sayıda idari hizmetliler bulunuyordu. Hastane müştemilatında ise, eczane, zahire odaları, mescit, kütüphane ve konferans salonu vardı. Hastaneler bu kadar mükemmel olunca, onların idaresi için yazılı rehberlerin bilinmesi artık şaşırtıcı değildir.